31 Ocak 2012 Salı

Twitter’a sansür geliyor, tweet’leriniz her an silinebilir


140 karakter deyip geçmeyin, dünyada 225 milyon kişi, Türkiye’de ise 5 milyon kişi Twitter’da bu 140 karakterle kendini ifade ediyor.

Twitter’ın merkezinden yapılan bir açıklama ile bundan böyle Twitter’ın ülke bazında mesajları (tweet’leri) sansürleyebileceği duyuruldu.Şirketin blog sayfasındaki açıklamaya göre kullanıcılar yaşadıkları ülkelerin yasalarına aykırı mesajlar gönderdiklerinde bu mesajlar sistemden silinecek. Bu durumda Twitter’da yayınlanan herhangi bir içerik, o ülkenin  yönetimi tarafından uygunsuz görüldüğünde, lokal olarak yasaklanabilecek.

Tweeter'da mesaj yasaklaması için, ilgili ülkenin yetkili makamından bir talep alınması yeterli olacak. O ülkede, belirtilen tweet yasaklanırken, başka bir ülkede ise aynı tweet görüntülenebilecek.

Google ve Facebook gibi şirketler halihazırda ülke kanunlarına uymayan içeriği sansürleyebiliyorlar. Ancak Twitter ifade özgürlüğü açısından çok daha uygun bir sosyal medya ortamı idi.

Arap Baharı’nda Twitter’ın oynadığı rolü hatırlarsak, anlık mesajlaşmanın sosyal örgütlenme açısından ne kadar önemli olduğu aşikar. Keza İran’da 2009 seçimleri ardından ortaya çıkan 'Yeşil Hareket', son dönemlerdeki Wall Street işgali gibi sosyal örgütlenmelerde de Twitter’ın rolü büyük.

Twitter, blog yazısında kendini savunuyor; “Küresel olarak genişliyoruz ancak bazı ülkelerin ifade özgürlüğüne bakışları bizden çok farklı” diyor.

İnternetin kullanımı yaygınlaştıkça ifade özgürlüğü, kişisel haklar ve özel hayatın korunması gibi pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Sorunlar büyüdükçe de devletler refleks olarak tek çare sansüre sarılıyorlar.

İnternet ve özellikle sosyal medya dünyadaki yönetimlere karşı toplumların örgütlenmesine olanak sağlıyor, bu da yönetimler için büyük bir tehlike olarak görülüyor. Bir yandan teknolojiyi küresel anlamda pazarlama savaşı sürerken diğer yanda kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşüyorlar.

Karşıt düşüncelere tahammülsüzlük günümüz  sosyal medyasında sansür olarak karşımıza çıkıyor. .

Ancak hem internetteki haber akışını kesmek hem de sosyal medya üzerinde kontrol kurmak artık nerdeyse imkansız. Bir yandan sansür uyguladıkça diğer yandan bir dizi bedel ekonomik ya da siyasal olarak geri dönüyor. Zira internette bir şeyi tamamen yasaklamanın yolu yok. Günümüz dünyasında internetin fişini çekmek da artık olası değil.

Twitter’in ülke bazındaki bu sansürü Türkiye’yi nasıl etkileyecek henüz bilmiyoruz ancak son yıllarda ifade ve basın özgürlüğüne getirilen engellemeler göz önüne alındığında, Twitter’ın bu ülke bazında sansür uygulanabilirliği, iktidarın işine yarar gibi görünüyor.

Bizde ifade ve bilgi edinme, haberleşme, basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüklerimiz zaten gelişmemiş durumda, Twitter’ın bu sansür uygulaması ile “yasalara aykırı mesaj (!)” rahatlıkla engellenebilir.

Twitter’ın sansürü Türkiye’de misli ile sansüre davetiye çıkartacaktır! Çünkü sansür altyapımız zaten oldukça müsait!






 

Genel Sağlık Sigortası


Asgari ücrete takmıştım bir vakitler, yani bana göre asgari ücret asgari geçinme bedeline denk olmalıydı; ne cahilliğim kalmıştı, ne salaklığım; öyle bir yüklendiler ki üstüme “Asgari Ücreti” i “Asgari Ücret” diye nitelendirmemden dolayı az kalsın yerin dibine sokulmaktaydım!

Beni yerin dibine sokma eyleminde bulunanların amacı belliydi; meri hükümete laf söyletmemekti!

Lakin, meri hükümet Genel Sağlık Sigortası diye bir uygulama başlattı, baz aldığı ise ne?

Asgari ücret!

Şimdi, içimde ukde kalan soruyu, hani o çok bilmiş kişilere soruyorum: Asgari ücret neymiş?

Asgari yaşam standardını ifade ediyor ve de elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin: Asgari ücret ile ne yenilir, ne içilir?

Ne giyinilir, nasıl ısınılır? Kiralar kaç paradır?

Elektrik, su?

“Asgari ücreti ne sanıyorsun?” diye celallenen öyle çok kişi oldu ki!

Genel Sağlık Sigortası için baz alınan değer asgari ücret!...

Huuu!...

Yerin dibine batıranlar: Şöyle sağlıklı bir ses verin; hani mantıklı anlamında…

******

Genel Sağlık Sigortası bir yaptırım şu anda, en kötü tarafı ise “Zamanında müracaat etmeyenler en yüksek primden hesaplanacaklar!”

Genel Sağlık Sigortası ne getirecek, bakım hakları ne olacak, yüzde kaç reçete parası ödeyecek, yüzde kaç ilaç parası?

Keşke bu bilgileri size verebilseydim; vallaha bilmiyorum!

Oğlum için koşuşturduk, resmi işlemlerimizi tamamladık; bilebildiğiniz her yer için hakkımızda soruşturma yapılmasına izin verdik, iyi mi!

******

Yine asgari ücrete takıldım!

Bir ev içinde yaşayanların tümünün geliri toplanıp, kişi başına bölünüyor; kişi başına düşen gelir asgari ücretin üçte birini aşıyorsa prim usulü hesaplama yapılıyor!

Eeee, bana salak, bana cahil diyenler; asgari ücret geçinilecek asgari gelir demek değildir diyenler; bir mantıklı açıklama yapın!

******

Komik tabii ki; hangi maymun artık gözlerini kapatsın, duymasın? Konuşma konusuna gelince, şamarlar ağızlarnda patlar!

Hele ki bir de yazmaya kalksınlar; “Vatana hıyanet” ten içeri atılırlar, alimallah!

******

Neyin primi olduğunu bilmediğimiz bir gerekliliğin peşinde koştuk; vatandaşlık hizmetimizi yerine getirdik.

Vatandaşlık hizmetimize söz konusu olan oğlum yirmi yaşında.

Çok istediği Anadolu Lisesi’ni kazandıktan sonra Obsessif Compulsive Nevroz, yani takıntı hastalığı baş gösterdi.

Doktorlar, ilaçlar… Okuluna devam edemedi…

Hayatta olması en büyük hediyeydi;  kriz esnasında kendine zarar da vermekteydi!

Tedaviler, ilaçlar…

Hayatta tutmayı başardık lakin okuluna devam edemedi.

İlaçlar, tedaviler…

Hayata tutunması için türlü özverilerden sonra…

Açık lise’de okumaya başladı.

Açık lisenin meslek lisesi bölümünü seçti; ki… Bu arada yaşı kemale erdi!

Kanunlar dedi ki: Yirmi yaşına gelen erkek çocukları üniversite dengi okullarda okumuyorlarsa anne-babalarından bakılma hakları yoktur!

Gerekçeler var mıdır? diye sordum. “Yok” dediler…

“Sağlık da  mı?”

“Hayır!”

******

Oğlumun alması gereken ilaçları alıyoruz, elbet, zorunlu bir Genel Sağlık Sigortası getirildiğinde, eğer doğru işler ise en büyük destekleyici olacağız elbet!

Hani keşke öyle olsa!

Aslında, yaş haddinden dolayı anne-babanın sağlık garantisinden mahrum edilen erkek çocukların gerekli sağlık yardımlarının olup-olmadığına bakılsa…

******

Keşke… Yani, prim hesabı yerine, öncelikle ne gibi sağlık yardımlarında ne şekilde yararlanacakları açıklansaydı!

Başvuruda bulunmayanlardan bilmem ne kadar para alınacağı yerine, bu sistemin kimlere ne şekilde yardımcı olacağı açıklansaydı!...

Hani, o elimize tutuşturulan belgeyi imzalarken, altında yer alan her türlü kurumlara sorgulanmamızı imza atarak kabul ediyoruz ya, gün gelip de hiçbir şekilde “Özel hayatıma müdahale edildi” diye bir şikayette bulunmamız mümkün olamaz!

******

Artık, kime ne prim biçilirse, ödeyeceğiz, el mahkum!

Karşılığında ne alacağız, ne malum?

Vergi borcunu ödemeyenlerin yurt dışı çıkışları otomatikten düştü, tarihi gar yandı, ne hikmetse, yerine acilen bir çözüm bulundu!

Nereden nereye demeyelim, nasıl bir plansa…

Yani… Beynime vursunlar eğer ki Genel Sağlık Sigortası’ndan iyi, güzel bir şeyler çıkarsa!

Haa, asgari ücret konusunda yazdığım yazıya olumsuz yorumlar döşeyenlerin muadillerini hiç ciddiye almayacağım, yani… Peşinen belirteyim!

“Asgari ücret” sandığım gibi bir değer değilmiş!

Peh!...

Savunduğunuz merciye, isterseniz, bir sorunuz!

Yalan aşk ve doğru son


Yalanı bilerek yaşamak bir ilişkiyi… Ta ki sözün bittiği yere kadar.
Biri, yalanı söylersem kaybedeceğim korkusuyla söyleyemez gerçeği, diğeri, gerçek apaçık ortadayken yapamam onunla diye göz yumar yalana en başlarda… Ama zaman da büyür sonunda, yalan da… Bir an gerçekler yapışır yakanıza ve yalanla yaşamaya çalışmaktansa, gerçekle ölmek daha asil gelir.
Seversiniz, güvenirsiniz, hayaller kurarsınız, bir anda hayallerinizin kahramanı olur çıkagelir biri. Her şey masal gibi başlar, ama her masalın kötü bir kahramanı ve sonu olurmuş, çok geçmeden öğrenirsiniz.
Aranızda küçük bir çukur gibi başlar yalan, görürsünüz ama üstünden atlar yine de sarılırsınız sımsıkı. Açtığı çukuru kapatması için zaman tanırsınız. Çünkü gerçeği saklamak, yapılan yanlıştan çok daha büyük bir yanlıştır. Yanlışı kabullenseniz de yalanı kabullenemezsiniz. Bir gün mutlaka yapacak ve gerçeği açıklayacak diye umarsınız. Çünkü kaybetmek istemezsiniz.
Ama zaman da büyür yalan da. Artık görmezden gelinecek hali kalmamıştır aranızda açtığı çukurun. Koşup yine eskisi gibi sarılmak istersiniz, bakarsınız ki o çukur büyümüş uçurum olmuştur.
Mesafe büyümüş tahammül küçülmüştür artık. Öfke duymaya başlarsınız, aranızda açtığı bu aşılması güç mesafeye sebep olduğu için. İşte o an dayanamaz ve hesap sorarsınız! Artık gerçeklerin korkusundan daha büyük olmuştur uçurumun korkusu, sarılmak istediğinizde yüreğinizle, yüreği arasına giren uçurum daha korkunç gelmeye başlar. Dayanamaz haykırırsınız “Neden? Nasıl?” diye. İnkar edildikçe daha da büyür yalan, daha da büyür öfke ve yüreğinizde bir şeyler küçülmeye başlar giderek.
En sonunda, gerçek, koca bir duvar gibi dikilir gözünüzün önünde. Onu değil gerçeği görmeye başlar artık gözleriniz. İşte o an sözler tükenir, söylenenler birer uğultuya dönüşür, gözler eskisi gibi göremez sevgiliyi… Sımsıkı sarılmak istersiniz eskiden olduğu gibi ama gerçek duvar gibi çarpar suratınıza ve defalarca içinizden söylediğiniz kelimeler dökülüverir dudaklardan. Kapıya dikilmiş ve “Git artık” demişsinizdir. Sevgili o kapıdan çıkıp gider, işte o an söz biter, ayrılık başlar.

Affetmek


Affetmek büyük erdemdir derler…
Benim düşünceme göre kendini affettirmeyi gerektirecek duruma düşürmemek daha büyük erdemdir.
Ama ne yazık ki insanoğlu hata yapar.Hata yapmak insana mahsustur derler ya hani. Bu lafın altına sığınır genelde hata yapan… Yapar yapmasına da ne yazık ki çoğu af dilemeyi bilmez. Bunu ya gururuna yediremez ya da dilese bile yürekten dileyemez. Bu yüzden hatalar tekrarlanır kalpler kırılır ilişkiler güvenini yitirir, yavaş yavaş bir şeyler kopmaya başlar insanlar arasında. Son hadde gelene dek tekrarlanır ama son pişmanlıklar hiçbir zaman işe yaramaz.
Affetmek güzel bir şeydir elbette. Ama velâkin bunun kıymetini bilen içindir. Bilmeyen birini gereğinden fazla affetmek acaba doğrumudur? İşte bunu iyi tartmak gerekir… Affedilmenin kıymetini bilmeyen yürekten dileyemez affı. O yüzden tekrar tekrar kalp kırar. Tekrar affedilecek duruma düşürür kendini ve belki de affedildikçe düzelmez bir duruma dönüşür hali. Yani bazen çok af çok özür getirir…
Yaradan sevgi üzerine kurmuştur bu evreni, anlayış hoşgörü, affetmek büyüklüktür buna inanırım her zaman ama bir insanın aynı hatayı tekrar etmemesi için nereye kadar affedici olmak gerekir işte orası derin bir mevzudur. Yaradan affedici olmayı tembihlerken hata yapanı da uyarmıştır elbette ki. İnsanların insanlara karşı her türlü zulmünü yasak kılmış ve bir insanın kalbini kırmanın çok kötü bir davranış olduğunu, kul hakkı olduğunu vurgulamıştır. Bütün dinlerin özünde sevgi, anlayış hoşgörü vardır. Asıl mesele bu özü anlayabilmektir bence. Ama affetmenin de bir dozu olmalıdır ki hatalı olan hatasının bedelini yaşayıp bir daha yapmaması gerektiğini anlamalıdır değil mi? Bir hikâye vardır İslam tarihinde; birçok alınacak ibret vardır içinde belki ama ben affetmek konusuna değineceğim. Firavunla Hz. Musa’nın hikâyesinden bahsedeceğim kısaca.
Yaradan Hz. Musa’ya “ Firavun'a git; çünkü o, azdı. Ona de ki: "Temizlenmek ister misin? Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun" der. Yaradan kulunu affetmek ister ve buna fırsat tanımaktadır. Bunun üzerine Hz. Musa Firavun’a gider ve Allah'ın elçisi olduğunu ve kendisine tabi olursa hidayet bulacağını bildirir. Yaradan Firavun gibi bir zalimi dahi affedebilmek için elçisini göndermiş onu ikna etmeye çalışmıştır. Lakin her şeye rağmen Firavun Hz. Musa’ya inanmaz ve onu ölümle tehdit eder. Hz. Musa kendine inanlarla birlikte onları Firavun’un zulmünden kurtarmak için kaçar. Arkasında da Firavun ve ordusu vardır. Karşılarına Kızıldeniz çıkınca Hz. Musa denizi asasıyla ikiye ayırır ve inanlarla buradan geçer. Firavun da peşlerinden gider fakat o an deniz kapanmaya başlar ve firavun ortasında kalıp öleceğini anlayınca af diler ve secde eder. Bu bir af dilemedir belki ama geç kalınmış bir aftır. Yaradan, öleceğini kesin olarak anlayan Firavun'un bu inancını kabule değer bulmaz. Bununla birlikte, Yaradan Firavun'un cesedini daha sonradan gelen insanlara bir delil ve ibretlik olsun diye bozulmadan saklanacağını bildirir. Şu an Londra’da müzede sergilenen Süveyş kanalı açılırken denizin kenarında küçük bir tepecikte bulunmuş , vücudu bozulmadan kalmış, elleri ve ayakları secde eder vaziyette olan 3000 yıllık cesedin Firavunun cesedi olduğuna inanılmaktadır.
Kıssadan hisse benim bu hikâyeden aldığım derslerden biri yürekten dilenmeyen affın, affetmeyi ve hoşgörüyü öğütleyen yaradanın gözünde bile değeri yoktur. Hatasını anlamayıp sürekli kendini affedilecek duruma düşüren her şey son haddine geldiğinde af dileyen insanın son pişmanlığı işe yaramıyor demek ki. Yani affetmenin de bir derecesi vardır ve olmalıdır diye düşünüyorum. Heleki bu hatanın sonucunda kırılan bir insan varsa…
Bu gibi durumlar için söylenmiş nice sözler de vardır elbette;
Eşek bile aynı çukura iki kez düşmez.
Hata bilmeden, fark etmeden yapılandır. İkinci kez aynı şeyi yapmak ise yanlış yapmaktır.
Bir hatayı bir kere yaparsan tecrübe olur ikinci kez aynı hatayı yaparsan düpedüz aptallık olur.
Bir hata işlediğiniz zaman bağışlanma dileyiniz Çünkü hatalar, insanlar yaratılmadan önce yaratılmıştır. Bütün tehlike hatada ısrardadır.
İlk hata saflığın, sonrakiler suçun mahsulüdür.

Bunun yanı sıra affetmek için de sözler vardır:
Affetmek iyi insanların intikamıdır.
Bir düşmanı affetmek, bir dostu affetmekten daha kolaydır
Zulmedenleri affetmek, suçsuzlara yapılan haksızlıktır.
Kendini affetmeyen bir insanın bütün hataları affedilebilir.
Zihninden zararsızca geçip gidebiliyorsa, o insanı affetmişsin demektir.

Tükenen duygular


Tek bir kalpde yaşayacağı, aklına gelir miydi aşkımızın? Sende yerleşen Kiracıyı, kovdun ya. O da şimdi seninkiyle birlikte bende yaşıyor. Bazen yer kavgası olmuyor değil hani. Yine de o eskiden, ruhların birleştiği, bedenlerin bütünleştiği günlerden kalan, hatır var. Anlaşıyorlar. Kaç kere kar yağdı aşkımızın üzerine bir düşünsene? Minik ellerinle hep boynumdan içeri kar atıp kaçardın. Ben de, sana kartopu atardım. Bazen bir dolu sofrada, bazen de ellerinle yoktan var ettiğin mutlulukla yoğurulmuş yoklar sofrasında yerdik seninle. Şans bizden yana olmazdı pek. Sırtımı sabunlardın her banyoda. Çocukluğumu, annemin beni leğende yıkamasını, kaynar sular dökerek 'Yandım anam' diye bağırmalarımı hatırlatırdın bana. Horlamama çok kızardın. Ben de yorgana sarılıp, beni açıkta bırakmana. Çok yer gezdik, bitene kadar her duygu. Sana dünyanın hep kendimce güzelliklerini sundum. Bu sana yetmemişti. Oysa yaşamda sadece çirkinlikler, iki yüzlülükler, çekememezlikler vardı. Gittiğinde daha iyi anladım bunu. İçimdeki öfkenin sadece sana olmadığını, sen gittiğinde anladım. Şimdi tutunmaya çalışıyorum; kayan, küçük taşlı bir tepeye tırmanmak gibi. Elimi attığım küçük taşlar, sürekli aşağıya yuvarlanıyor. Şaşkınım. Tutunamıyorum. Dünya böyle değildi. Ben mi bittim, yoksa bitirildim mi? Kendimi bu girdaptan kurtarmak için ne yapmalıyım, bilemez haldeyim.
Bir ölüyü, yıllarca kalbimde yaşattım. Senin taptaze aşkını mı unutabilirim sanıyorsun? Tek taraflı sevmek belki sana saçma bile gelebilir. Ama inan ki, kovduğun o kalbime geri yolladığın kiracıyı geri aldığım, senin bana bıraktığınla birlikte yaşattığım günden beri daha huzurluyum. Kavga yok, sitem yok aşağılama yok , terbiye edilme korkusu yok, seks dersen zaten hiç yoktu. Tek taraflı sevmenin güzellikleri işte.
Şu her gördüğümü, sana benzetmek de neyin nesi? Uzun siyah saçlı her kız, neden gözüme senin gibi görünüyor? Artık saçlara değil kalçalara bakmalıyım. Sağ elimi öyle alıştırmışsın ki, hep sana sarılacakmış gibi varlığını yokluyor. Onu da, bir kehlibar tesbih ile oyalıyorum. Umumiyetle cebime sokup.
Bu gece içmeliyim. Biliyorum çok sık olmaya başladı ama içmem gerek. Yitirdiğim her kalem kayıplar için içmeliyim. En son kadeh de senin mutluluğuna. Baktığımda o zalim aynalara, sana hak veriyorum. Üzülme.
E.YAŞAR OVALI

İçki ile ilgili Ayetler


Kuran'da üç yerde içkiden bahsediliyor. Birincisi Bakara Süresinin 219. ayeti, ikincisi Nisa süresinin 43. ayeti, üçüncüsü de Maide süresinin 90 ve 91. ayetleri. 
Bakınız Bakara Süresinin 219. ayetinde ne deniyor. "Sana şaraptan kumardan soruyorlar. Onlara de ki ikisinde de hem büyük günah, hem de insanlar için menfaatler vardır. Onların günahları ise menfaatlerinden daha büyüktür". 
Nisa süresinin 43. ayetinde de şöyle deniyor. "Ey iman edenler! Sarhoş iken dediğinizi bilmedikçe namaza yaklaşmayın." 
Maide süresinin 90. ve 91. ayetlerinde de şöyle deniyor. " Ey iman edenler! Şarap da kumar da dikili taşlar da, fal okları da Şeytan'ın murdar bir işinden başka bir şey değildir. Artık ondan kaçının ki felah bulasınız. Şeytan yalnız şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık, sevmemezlik bırakmak, ve sizi de Allah'ı anmaktan alıkoymak ister; daha vaz geçmeyecekmisiniz." 
Kanaatimce insanları şaraptan, genel olarak da alkol den uzak tutmak için bunlardan daha yumuşak, daha güzel, etkili, ikna edici ve reaksiyon uyandırmayan bir mesaj olamazdı. 
Müsadenizle ben de kısa bir yorumumu ilave etmek istiyorum. Insanlar alkol aldıkları andan itibaren ve tabi aldıkları alkolün miktarına ve derecesine bağlı olan bir oranda Şeytan'ın etkisi altına girmeye başlıyorlar. Şeytan'ın amacı zaten insanları kandırmak yoldan çıkarmak değil mi? Işte alkol aldığınız andan itibaren aslında daha iyi bir duruma gelmemenize rağmen kendinizi daha iyi hissetmeye başlıyorsunuz, yani daha iyi düşündüğünüzü, daha çekici bir insan olduğunuzu, daha esprili olduğunuzu, daha iyi konuştuğunuzu, daha iyi fikirler üretebildiğinizi, daha ikna edici olduğunuzu, daha iyi araba kullandığınızı, daha cesur olduğunuzu, daha güçlü olduğunuzu, daha iyi döğüşebileceğinizi, vs vs sanmaya başlıyorsunuz. Aslında içki ve alkol sizi bu daha iyilerden hiçbiri haline getirmiyor ama sizin kendinizi öyle sanmanızı sağlıyor. Diğer bir ifade ile Şeytan'ın sizi daha rahat ve kolayca kandırabileceği bir moda giriyorsunuz. 
Içki yüzünden; sonradan öyle yapmış olmaktan, öyle davranmış olmaktan veya öyle söylemiş olmaktan sonradan pişman olmamış hatta utanmamış kaç kişi var aramızda...
 

Kader Nedir ?

Kader

Kader nedir? Dünyada yaşadığımız müddetçe başımıza gelen herşeyin biz doğmadan evvel Allah tarafından alnımıza yazılmış olması mıdır? Kader ! kime şikayet edeyim seni? Öyle ya, eğer kaderi  yazan Allah ise bunu kime şikayet edebiliriz. Hergün gazetelerde okuyoruz, pek çok insan hergün büyük günahlar işliyorlar. Mesela cinayetler. Eğer bir insanın (Allah korusun) cinayet işleyeceği  daha o doğmadan evvel alnına yazılmışsa, cinayet de büyük günahlar arasındaysa, o insanı öldükten sonra bu günahı işledi diye cehenneme göndermek ne derece adil olur?
Bir yerde okumuştum, yalan veya yanlış da olabilir. Hz. Peygamber’e (sav) soruyorlar, kader nedir diye. O da cevap veriyor, “bana bu konuda çok soru sormayın” diyor. Şimdi ben size kendi görüşlerimi söyleyeceğim. Ben de kader hakkında bu yaşa gelinceye kadar çok düşündüm. Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Çoğu zaman işin içinden çıkamadım. Şimdi şimdi biraz bir şeyler beliriyor kafamda. Tabi bunlar da yanlış olabilir veya üç beş sene sonra kafamda belirecek sonuçlar bugünkünden çok farklı olabilir.
Bugün için vardığım sonuçlar şöyle. İnsanın kaderi büyük ölçüde kendi elinde ve başka insanların elinde. Bu başka insanlar kendisiyle direk veya en direk ilişkide olan insanlar olabileceği gibi kendisiyle hiç ilişkisi olmayan hiç tanımadığı insanlar da olabilir. Ama özellikle insanların başına gelen kötü olaylar, kendisine başkaları tarafından bilerek veya bilmeyerek yapılan kötülükler, kendisinin başkalarına bilerek veya bilmeyerek yaptığı kötülükler  kesinlikle Allah tarafından önceden böyle istendiği veya böyle saptandığı için olmuyor. Tam tersi bilerek veya bilmeyerek, direk veya endirek olarak ya kendi yaptığı veya başka insanların yaptığı şeyler veya söylediği sözler sonucunda oluşuyor.
Tabi ki Allah her şeye kadir ve her şeyi,  hem olmuşları hem olacak her şeyi bilen bir kudret. Dolayısıyla Allah herkesin yapacaklarını da onun başına gelecekleri de biliyor. Tabii ki Allah istese bunlara mani olabilir veya değiştirebilir. Tabii ki her şey  Allah’ın müsaade etmesiyle oluyor. Ama geleceği bilmek ve olmasına müsaade etmek başka şey önceden onun öyle olacağını veya olmasını yazmak, dikte etmek başka  şey.
Sonuç : İnsanların kaderini çok büyük ölçüde ya kendileri,  ya başka insanlar, ya da tabiat olayları oluşturuyor. Bütün bunları ve özellikle kötü olayları hele hele insanın kendi iradesiyle yaptığı kötülükleri önceden Allah’ın istemiş ve saptamış olmasını en azından şu an için düşünemiyorum. Allah sadece iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı zaman zaman peygamberleri vasıtasıyla bildiriyor. Bir de, tabii, en sonunda, din gününde, bütün bunların bir değerlendirmeye tabi tutulacağını ve sonuca göre ya ceza ya da mükafat verileceğini vadediyor. Böyle olunca bana mantıklı geliyor.



Feriye Sarayları ve Abdülaziz


Feriye Sarayları Sarayları dedim ama bunlar Saray değil. Dolmabahçe Sarayına sonradan ilave edilmiş bir nevi müştemilat. İçinde bir de Karakol Binası var. 40 Yıldır İstanbuldayım, ilk defa 10-15 yıl kadar önce Feriye Restoran’a gittiğim zaman görmüştüm oraları. Tarihi bir bina, tarihi dekorasyon ve tarihi atmosfer içinde güzel bir restorandı, kışlık kısmı. Sonradan bir kaç defa da yazlık kısmına gittim. Boğazın hemen kenarında, tabi açık hava, canlı müzik de vardı, yemekler ve servis bayağı iyi, tabi fiyatlar da ona göre. Bu da en az beş altı yıl belki daha fazla olmuştur. Yine gider miyim? Tabi, genç güzel bir bayan bana eşlik ederse ve oraya itiraz etmezse... 
Feriye’nin tarihini ilk gittiğimden beri merak ettim. Birisi Dolmabahçenin güvenlik görevlileri için yapılmış binalar dedi. Kimi Sarayın üst düzey bürokratları için yapılmış bir nevi lojmanlar dedi. Son okumakta olduğum Hıfzı Topuz’un “Pariste son Osmanlılar“ kitabında okuduğuma göre bu binaların yapılma sebebi ilginç. Sizinle paylaşıyım dedim. Bu binalar Abdülaziz tarafından yaptırılmış. Bildiğiniz gibi Abdülaziz, Abdülmecit’in kardeşi. Abdülmecit 16 yaşında padişah oldu. Son derece zarif, son derece kibar, janti bir adam. Halk, etrafındaki herkes ve tabi haremdeki bayanların hepsi onu çok seviyorlar. Eeeee Abdülmecit’de zampara olmasında ne olsun şimdi. Hem genç, hem yakışıklı, kibar ve özellikle sarışın genç kızlardan çok hoşlanıyor. Bir de kötü huyu var, yeni yeni genç kızları tanımaktan, onları keşfetmekten hoşlanıyor. Sonradan içkiyede müptela oldu malesef. Etrafındaki hısım akraba üst düzey görevliler de inadına ona hediye olarak güzel genç kızlar özellikle de çerkez kızlar hediye ediyorlar. O da kibar adam, hediyeleri reddetmek kibarlığa sığar mı? Abdülmecit bir taraftan kızlarla, bir taraftan devlet işleriyle uğraşmaktan zaman zaman bunalıyor. Bir taraftan devlet borçları hızla yükseliyor. Malüm Dolmabahçe Sarayının inşaatına onun zamanında başlanıyor. Karıları kızları da çok müsrif, durmadan yeni mücevherler alıyorlar. Kendisi de çok kibar olduğu için onları kırmak da istemiyor ama zaman zaman çok bunalıyor. “Beni karılarım ve kızlarım mahvetti“ lafı ona ait. 
Yine çok bunaldığı bir vakitte, padişahlığı kardeşi Abdülaziz’e devretmek istiyor, numaradan değil, ciddi, ciddi. Abdülaziz abisine yalvarıyor, yakarıyor, “abicim ne olur bana bu kötülüğü yapma“ diye, de, zor vazgeçiriyor abisini. Anlayacağınız iki kardeşin arası gayet iyi. Sonra, sonra, efendim... Abdülmecit çok genç yaşta erken otuzlu yaşlarda veremden ölüyor. O zamanlar verem salğını var. Abdülmecit’in bazı eşleri de veremden ölmüştü. Abdülmecit ölünce, yerine kardeşi Abdülaziz geçiyor. Gelenek icabı, yeni padişah iktidara geçince, eski padişahın, eşleri, çocukları, annesi falan hepsi saraydan çıkarılıyorlar ve eski saraya, başka saraylara, sahil saraylarına falan gönderiliyorlar. Tabi Abdülmecit’inkilere de aynı sistem uygulanıyor. Ancak Abdülmecit çok kibar ve herkes tarafından ve bu arada Abdülaziz ve Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Hatun tarafından da sevilen biri olduğu için, Pertevniyal Hatun yeni padişahtan rica ediyor, “aman oğlum kardeşinin karılarını, kızlarını falan mağdur etme, onları iyi birer yerlere yerleştir diyor. Abdülaziz de“ sen merak etme validem, ben onlara bu sarayın yanında yeni saraylar yaptıracağım“ diyor. Nitekim Feriye saraylarını yaptırıyor ve ölen kardeşinin hanımlarını, çocuklarını falan oraya yerleştiriyor. İşte size Feriye Saraylarının hikayesi. Ne hazindir ki, Abdülaziz Mithat Paşa tarafından organize edilen bir hükümet darbesiyle tahttan indirildikten sonra, bir ara bu Feriye Saraylarında bir odaya hapsedilmiş ve orada bir makasla bileklerini kesmek suretiyle intahar etmiştir. 

Osmanlı İmparatorluğu'nun Yıkılma Sebebi


Bunu hiç düşünmemiş olanınız herhalde çok azdır. Ben çok düşündüm, çoğu zaman içim kan ağlayarak, gerçekten çok üzülerek... Hala da üzülürüm, kaybedilen devasa topraklara, milyonlarca insana, itibara, ..... Tabi ki yazacaklarım bilimsel bir araştırmanın ürünü değil. Az çok, iyi kötü okuduklarımdan (ki yeterli olmaktan çok uzak olduğunu kabul ediyorum) kendime göre yapabildiğim analiz ve sentezlerden.. 
1) Avrupada bir reform hareketi oldu, galiba 15-16. yüzyıllarda. Dinin çok katı kuralları az da olsa kırıldı, gevşetildi. Arkasından rönesans geldi. Bizde buna benzer şeyler olmadı nedense. Matbaa da çok geç geldi... Hiristiyanlıkta olduğu gibi bizim dinimizde de resim, heykel vb güzel sanatlar, hatta matbaa dinen pek makbül şeyler değildi galiba. 
2) Yine Avrupada sanırım 15-16 yüzyıllarda uzakdoğuya ticari gemi seferleri başladı. Korsanlara ve soygunlarına karşı bugünkü anonim şirketlerin dedesi olan “Joint Stock Companies” ler kuruldu. Yani bir nevi deniz aşırı büyük ticaretin getirdiği riskleri azaltan veya sınırlayan hukuki temeller oluşturuldu. Amsterdam ve Antwerp gibi şehirler dünya ticaretinin merkezi oldu. Osmanlı ise nedense denizaşırı ticarete önem vermedi. 
3) 16.-17-18. yüzyıllarda Avrupalı pek çok devlet, ki bunların arazileri çok büyük değildi, denizaşırı yerlerde koloniler edindiler, mesela güney Amerika'da ve Afrika'da, hatta Hindistan ve uzak doğuda. Bu kolonilerin hem doğal hem insani devasa kaynaklarından neredeyse bedavaya yararlandılar. Osmanlı nedense bunlarla ilgilenmedi, daha ziyade askeri zaferler, ve zaferlerin getireceği ganimet, vergiye bağlama, haraca bağlama işleriyle ilgilendi.. 
4) 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupada sanayi devrimi oldu, tabi daha sonra ki yıllarda da devam etti. Mesela kanallar inşa ederek nakliyatı hem hızlandırmak hem ucuzlatılması, buhar makinaları, bunların hem sanayide hem deniz ve kara ulaştırmacılığında kullanılması, daha sonra elektrik motorları, içten yanmalı motorların icadı, ampulün, radyonun, aşının, vb pek çok şeyin icadı...Osmanlı nedense sanayi ve icadlar ile de pek ilgilenmedi. 
5) Avrupada sanayi devriminin bir sonucu olarak 18. ve 19. yüzyıllarda bir işçi sınıfı oluştu. İşçilerin gerçekten çok kötü şartlarda çalışması ve yaşaması sonucu sosyalizim veya kominizm hareketleri doğdu. Bu akım, örgütlenme, yazma, konuşma, dergi, gazete çıkarma, gruplaşma, partileşme, Rusyada sovyet idarelerinin oluşması gibi pek çok sosyal sonuçlar, bilinçlenme, ve gelişme doğurdu. Osmanlıda hiçbir zaman, hemen hemen hiç işçi sınıfı ve işçi sınıfı bilinci oluşmadı. 
6) Osmanlı devletini yöneten bazı padişahlar ve onlara bağlı sadrazamlar vezirler malesef aşırı masraf, ve israf denecek harcamalar yaptılar. Bütçe açıklarını kapatmak için yüksek faizle borç aldılar ve bu da devleti bir bakıma mali iflasa doğru sürükledi. Burada bu davranışın her padışahı kapsamadığını belirtmek isterim. Mesela 2.Abdülhamit veya Vahdettin için asla müsriftiler diyemem ama çok iyi insanlar olmakla beraber mesela Abdülmecit ve Abdülaziz çok müsriftiler. 
7) Osmanlı Padişahları 3.Selimden başlayarak, 2. Mahmut, Abdülmecit, Abdülaziz, 2. Abdülhamit zamanlarında çok esaslı, çok önemli batılaşma ve devrim hareketleri yaptılar. Bunlar arasında askeri ve sivil okulların açılması, batılı hukuk sisteminin getirilmesi, demiryollar yapılması ve bu gibi pek çok iyi ve faydalı şeyler yapıldı ama nedense sanayi ve ticaret alanında çok ama çok geri kalındı. 
8) 3. Selim hatta ondan çok öncelerinden beri askerlerin durmadan kazan kaldırmaları, padişah indirip padişah değiştirmeleri, sadrazam kelleri istemeleri ve almaları ama en mühimi savaş kabiliyetlerini ve isteklerini yitirmeleri, emir dinlemez, söz dinlemez bir hale gelmelerinin de Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına sebep olan faktörlerden biri olduğu kanaatindeyim. 
9) Son olarak 20. Yüzyılın başında 2. Abdülhamit gibi bir Padişahı indirerek idareyi tamamen ele alan ve Padişahlık zamanını aratan bir dikta rejimi kuran Ittihat ve Terakkinin aldığı kararların, ki bunların içinde 1. Dünya Savaşına girmek de dahil, Osmanlı İmparatorluğunun sonunu getiren sebepler arasında olduğu kanatindeyim. 
Yukarıda yazdıklarım bir uzmanın değil bir “layman” in yani sokaktaki herhangi bir adamın görüşleri. Şüphesiz içinde eksik de vardır, yanlış da. Zaten bu yazının bir maksadı da bu konuda başka görüşleri çekebilmek.. 


Büyük İskender


Büyük İskender hakkında yazacak kadar ne tarih bilgim var ne de cesaretim. Ama birşeyler yazmadan da duramayacağım. Birkaç yıl önce Büyük İskender filmini herkes gibi ben de seyrettim, tabi çok etkilendim. Ama Büyük İskender’i tanıyabilmek, anlayabilmek için iki saatlik bir film seyretmek yeterli değil, şüphesiz binlerce sayfa kitap, mecmua makale okumak gerekir. 
Benim yazacaklarım sadece bir kaç not düşmek olabilir. Büyük İskender tarihte gelmiş geçmiş herhalde en büyük lider, en büyük askeri deha, devlet adamı, politikacı, psikolog, stratejist ve taktisyen. İdealleri var, vizyonu var, hayalleri var. Müthiş bir inancı, etkileme gücü, karizması, cesareti ve daha pek çok özelliği var. Ondan evvel ki ve ondan sonra ki pek çok hükümdar gibi dünyaya hakim olmak istiyor. Bütün dünyayı ve bütün dünya insanlarını kendi koyduğu, koyacağı düzen, idari, hukuki, askeri, sosyal, ahlaki kurallarla olabilecek en üst düzeye çıkarmaya çalışıyor. Belki de bugün çok duyduğumuz globalizmin öncülerinden. 
Büyük İskender Milattan Önce 333 yılında İskenderun’da Pers İmparatoru Darius III ile karşılaştığında ordusunda sadece 30, 000 asker var. Mekadonya’dan çıktığında 43000 piyade ve 6000 atlısı vardı ama bunların önemli bir kısmı paralı askerlerden oluşuyordu. Darius’un ordusu ise yaklaşık 500, 000 kişiden oluşuyordu, yani İskender’in ordusunun 16 mislinden fazla. Darius’un ordusundakilerin de önemli bir kısmı paralı askerlerden hatta Makedonya’lılardan oluşuyordu. Aradaki bu büyük güç farkı savaşın arifesinde belli olduğu zaman Iskender’in ordusunda çok tabii olarak büyük bir moral bozukluğu yaşandı. 
Büyük İskender’in vasıflarından biri ve belki en başta gelenlerden biri de iyimser olması, iyimserliğini hiçbir zaman kaybetmemesi, hiçbir zaman paniklememesi ve kendini kötümserliğe kaptırmamasıydı. İşte bu özelliğini yine öne çıkararak savaştan önce askerlerine bir konuşma yaptı. Gösterdiği cesaret ve azim bulaşıcıydı. Konuşmasını bitirdiğinde askerleri adeta transa geçmiş, kılıçlarını havaya kaldırmış bir durumda çığlıklar atıyorlardı. 
Tarihte gelmiş geçmiş bu en büyük savaşlardan birinin sonucunu ve kimin kazandığını söylememe gerek kalmadı sanırım. İyimserlik ve cesaret yetenekle birleşip kazanmıştı.